Blog

Uzun yıllar boyunca pek çok kitap okudum. Önceliklerim hep farklıydı. Kimi zaman akıcı romanlar ilgimi çekti kimi zaman bilgi içerikli kitaplar. Ruhsal rahatsızlıklar yaşadığım dönemde okumaya başladığım, uzmanları tarafından yazılmış kendine yardım kitaplarına düşünürlerin eserleri eklendi. Bu seçimlerdeki öncelik ortaktı: Kitabın işlevsel olması. Herhangi bir kitabı bitirdiğimde iki soru soruyordum kendime:

Bu kitap bana ne kattı?

Okumasam da olur muydu?

Bu sorular sayesinde daha isabetli seçimler yapıyordum.

Benim gibi düşünen pek çok okur için şanslı bir dönem bu. Bilim insanları tarafından akıcı bir üslup kullanılarak yazılmış pek çok kitap arasından ilgimizi çekeni bulmak mümkün. Bu da kitapların çok satanlar listesinde yer almasını, dolayısıyla da daha çok insana ulaşmasını sağlıyor. Hem yazar hem de okur adına mutluluk verici bir durum.

Bugün size ilginç bir kitaptan söz edeceğim. Bilgiyle, bilimsel veriyle desteklenmiş bir roman: Pia Mater. Yazarın tanımıyla bir Nöro Roman. Yine onun tanımıyla, sinirbilimsel gerçeklerin, belli bir kurgu ve hayali karakterler eşliğinde okura sunulduğu roman türü. Yazar romanı yazma amacı hakkındaki soruya tek cümleyle cevap veriyor: “Limbiğe dokunmak istedim…”

Romanın yazarı Serkan Karaismailoğlu bir bilim insanı. Yayımlanmış iki kitabı var: “Kadın Beyni Erkek Beyni” ve “Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum”. Pia Mater’de dikkatimizi çeken şey yazarın tanıdık, anlaşılır ve akıcı üslubu. Daha önceki kitaplarından aşina olduğumuz üsluba bu kez son derece ilginç bir hikâye eşlik ediyor. Doğrudan polisiye olmamakla birlikte okurken o heyecanı hissettiren bir hikâye bu.  Pia Mater hem bir an önce bitirmek istediğimiz hem de bittiğine üzüldüğümüz kitaplar arasında sayılabilir.

Hikâye bir yana “İşlevsel” denilebilir Pia Mater için. Pek çok bilgi, hikâye akışının içinde son derece anlaşılır bir dille aktarılmış. Öğretiyor Serkan Karaismailoğlu. Bir yandan hikâye anlatırken diğer yandan öğretmek için takdire değer bir çaba gösteriyor. Üstelik her bilimsel tespitten söz edişinde kaynak gösteriyor. Ancak yazarın ilk kitabında düştüğü bir not var. Bütün bilimsel gerçeklere “şimdilik” kaydıyla yaklaşıyor. Söz konusu bilim olduğunda değişmezlikten söz etmek mümkün değil. Bu bakımdan yazar, bazı konulara farklı bakış açıları getiriyor yani bir nevi kesinliğe bağlamaktan kaçınıyor.

Yine de kesin olarak kabul görecek pek çok saptamayla karşı karşıya kalıyoruz. Müziğin insan beyni üzerindeki etkisi bunlardan biri… Yazar bu etkinin evrensel olduğunu ifade edip araştırma sonuçlarıyla tespitini destekliyor. Müzik dinleme esnasında beynimizde olup bitenleri şöyle özetliyor:

“Beyin görüntüleme üzerine yapılan yeni çalışmaların bizimle paylaştığı sonuçlar inanılmaz aslında. Normalde beyin görüntüleme sırasında bir iş yaptığında, beyninde o işi yapmakla sorumlu bölgeyi renkli bir şekilde görürüz. Aktif bölge dışında beynin geri kalan büyük kısmı karanlık görünür. Sadece müzik dinleyenlerin beyninden elde edilen görüntüleri kesinlikle görmen lazım. Beyinde birbirleriyle alakası olmayan birçok bölge aynı anda aktifleşiyor ve karşımıza rengârenk bir beyin görüntüsü çıkıyor. Sanki nöronların, beyninin içinde senden habersiz devasa bir parti veriyorlarmış gibi. Diğer taraftan bir de senin yaptığın gibi bir enstrüman çalma durumu söz konusuysa işte o zaman beyin tam bir karnaval alanına dönüyor. Niye biliyor musun? Çünkü bir müzik aleti çalmak işitsel, görsel, duysal ve motor korteksin hep beraber çalıştığı oldukça etkili bir egzersizdir. Haftada sadece bir saat enstrüman çalmanın bile birkaç ay sonunda beynin hafıza, işitme ve motor işlevlerinden sorumlu bölgelerinde büyüme ve aktivite artışı sağladığını biliyoruz.”

Bir başka konu solaklık. Solaklar diğer insanlara göre daha zeki olabilir mi? Böyle bir kabul var ancak bir başka görüş de zekâ açısından avantajlı olanların evrimsel olarak çoğaldığını, ne var ki solaklık oranının ilkel insanların yaşadığı dönemde de, içinde bulunduğumuz dönemde de aynı oranda görüldüğünü ileri sürüyor. Bu konuda çarpıcı bir tespitse bebeklerin ultrason görüntülerine bakarak doğduktan sonra solak olup olmayacağının anlaşılabilme ihtimali. Bebeklerin anne karnında parmağını emdiği biliniyor. Bebek hangi elinin parmağını emiyorsa o tarafı baskın olarak kullanacağı belirtiliyor. Aslına bakılırsa bir tarafın baskın olması insana has değil, doğadaki tüm canlılarda görülüyor.

“Beklenti Etkisi ya da Kendini Gerçekleştiren Kehanet…” Bir kısım okurların aşina olduğu kavramlar bunlar.

“Sen bir şeye inandığında bu durum farkında olmasan bile davranışlarına yansır ve çevrendekileri de etkileyebilir. Mesela falında sevdiğin kişi ile büyük bir kavga edeceğin söylensin. Sen bu söyleme inandığında artık tüm davranışların bu şekilde gelişir. Acaba sana olan sevgisi mi bitti, yoksa başka biri mi var derken her olaydan anlam çıkarma kaygın sonunda bir şekilde kavgaya neden olacaktır zaten. Aslında bununla ilgili en iyi örnek; Matrix filminde Neo’nun Kâhin ile ilk tanıştığı andır. Filmi hatırlar mısınız bilmiyorum, konuşmanın bir yerinde Kâhin, Neo’ya “Vazo için endişelenme” der. Neo “Ne vazosu” diye etrafına bakınırken aynı anda yanında bulunan vazoya çarpar ve yere düşürür.  Neo merak içinde Kâhin’e bunu nasıl bilebildiğini sorar. İşte orada Kâhin’in verdiği cevap tüm durumu özetler aslında. “Acaba ben ‘Vazo için endişelenme’ demeseydim yine de vazoyu kırar mıydın?”

Bir başka ilginç bilgi de ormana yani ormanı oluşturan ağaçlar ve yeraltında bulunan mantar ağlarına dair. Yazar saptamaları çevrebilimci Suzanne Simard’ın, Nature dergisinde yayımlanan bir çalışmasına dayandırıyor. Araştırma sonuçlarına göre ormanı oluşturan yer üstü ve yeraltı canlıları ilginç bir dayanışma içindeler. Haberleşiyor, yardımlaşıyorlar. Muhtemel tehlikeleri birbirlerine haber vermek gibi bir beceriye sahipler. Ancak tüm ilişki biçimlerinde olduğu gibi bu becerileri kötüye kullanan bitkiler var. Bazı orkide türleri ağı hackleyerek komşularının kaynaklarını çalıyor mesela.  Daha acımasız diğer türler ise ağı zehirleyerek tüm kaynağa tek başına sahip olmak istiyor. “Baktığımız zaman ne kadar da tanıdık gelen bir ilişkiler yumağıydı aslında.” Bu da yazarın kişisel saptaması.

Burada, başlarda değindiğimiz limbik sistemden de söz etmek gerekiyor.

“… Çünkü beyni vücudu aracılığı ile sinyal veriyordu kendisine. Normalde beyninde bilinçli olan frontal korteks aslında her şeyin bir açıklaması olduğunu mantıklı bir şekilde izah ediyordu. Ama limbik sistem ısrarla bir şeylerin ters gittiğini hissettiriyordu genç kıza.”

“Eğer limbik sistem size bir şey anlatmaya çalışıyorsa onu dinlemeliydiniz. Zira beynimiz gün içinde çok fazla dış etkene maruz kalıyordu ve bunların çok az bir kısmı bilinçli korteksimiz tarafından algılanıyordu. Oysa limbik çok derin bir yapıydı ve sizin farkında olmadığınız birçok faktörü de kontrol ediyordu.”

“Limbik sistemin çok önemli bir yapısı var amigdala diye. Bu yapı, senin bilinçli kısmının, karşı tarafın yüzünde algılamadığı birçok duygusal durumu algılayabilir. Hatta bununla ilgili çok basit bir deney var. Yüzünde herhangi bir duygu ifadesi olmayan nötr bir kadın fotoğrafı birkaç saniye boyunca kişilere gösteriliyor. Bu fotoğraf gösterilirken araya aynı kadının acı çeken bir fotoğrafı konuluyor. Ama bu fotoğraf o kadar kısa görülüyor ki sen bilinç düzeyinde hiçbir şey algılamıyorsun. Sanki ekranda hızlıca bir şey gözüküp kaybolmuş gibi bir görüntü oluyor. Ama beyin görüntüleme çalışmaları ne gösteriyor biliyor musun? Senin gözlerin hızlıca gösterilen fotoğrafın tam olarak ne olduğunu bile anlamazken amigdala adlı yapı hem yüzü görüyor hem de yüzdeki o acı dolu ifadeyi algılayabiliyor.”

Burada, limbik sistemin sezgiyi temsil etme ihtimali ortaya çıkıyor. Çoğu kez “içimden bir his” şeklinde tanımlamaya çalıştığımız ancak ne olduğunu, nereden kaynaklandığını tam olarak kestiremediğimiz bir duygu. Bilinçli yanımız dışında bir uyaran belki.

Dopamin kimi insanda konforla açığa çıkar kimi insanda yiyecekle. Kimisindeyse dopamin bilginin ta kendisidir. Bilgiyle mutlu olanlar bu kitabı mutlaka okumalı diyerek kitaptan birkaç alıntıyla bitirmek istiyorum.

“Dünyadaki evliliklerin küçük bir kısmı zorla yaptırılan evliliklerdi. Geri kalan çok büyük bir kısmı ise birbirlerini sevdiklerini sanan insanların yaptıklarıydı. Daha doğrusu, seveceği insanı bulamadığında, korkudan, bulduğu insanı sevmeye çalışanlar. Hoşlanma hissini aşk sananlar.”

”Aslında vücudumuzda her duygu bir nörotransmitter salgılıyordu. Bu nörotransmitterin de doğrudan ya da dolaylı olarak feromonlarımıza etkisi vardı. Yani heyecanlanan bir insanla, korkan bir insanın kokusu aynı değildi. Heyecanın da kendisine ait bir kokusu vardı, korkunun da.”

“Ama bildiğim ve emin olduğum tek bir şey var. O da insan denen acımasız canlının doğadaki güzel olan her şeye nefreti. Ben böylesine büyük bir vahşet görmedim biliyor musun? Sırf güzel gözüktüğü için bir çiçeği çok rahat koparabilir insan. Onu kopararak öldürmüş olma fikri o kadar uzaktır ki ona. Umurunda bile değildir. Doğanın en güzel yerlerine kendi gri taş bloklarını döşer. Çünkü insan denen canlı sorumsuzdur. Güzellikleri tek tek yok etmeye bayılır.”

“İnsan var oldukça, müzik varlığını sürdürmek zorunda. Evrenin kendisi bir şarkı söylüyor ve tüm galaksiler bu şarkıyla birbirleri etrafında çılgınca dans ediyorlar. Tıpkı elektronların atomun çekirdeği etrafında dans etmesi gibi.”


“Onca yıl boyunca öğrendiği en önemli şey; karşında eğer ağlayan bir kadın varsa – asla ağzını açma, belirli bir miktarda hüzünlü hisset ve kafanı hafif bir açıda eğerek onu onayla – davranışıydı.”

Gülistan Sinanoğlu

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Yorumu gönder