Blog

Atalay Girgin. Felsefe öğretmeni, gazeteci-yazar. 1960 Alaşehir doğumlu. Uzun yıllardır yazıyor. Yayınlanmış olanlarının yanısıra yayınlanmayı bekleyen yazıları da var. Bu güne dek Hürriyet Gösteri, İLE, İnsancıl Dergileri ve Radikal Gazetesi’nin Tartışı-yorum ekinde makaleler yayınladı.  Bu yazılar internet ortamında birçok sitede paylaşıldı.

Henüz hiç öyküsü yayınlanmamış olmasına rağmen öykü denemeleri de mevcut.

Yazmayı genel olarak, “kendini ifade etme çabası” olarak tanımlıyor.  Bireysel olarak baktığımızda ise yazarın öfkesini edebiyatla dışa vurma, terbiye etme çabasına tanık oluyoruz. Çünkü yazar, “yazmak neyin tezahürüdür” sorusuna şu yanıtı veriyor;

“Benim için yazmak, özellikle Kemeutopyalılar dizisi bağlamında daha önce de söylediğim gibi, bir insanın, gördükleri, bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin, aklını teslim almasına karşı koyma ve bunun yerine, öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin ürünüdür. Yüzme bilmemesine rağmen, okyanusun orta yerinde kaldığında bile boğulma pahasına boy verip derinliği bilmek istemesi ve boy vermişken de dalıp onun dibinden bir avuç kum çıkarabilme girişimi…”

Geçtiğimiz günlerde “Mehdi ve Mesih” ve “Lağımpaşalı” isimli romanları yayınlanan yazar Atalay Girgin’le bir söyleşi gerçekleştirdik.

Edebiyatın amacı yoktur”

Söyleşiye okuma ve yazma üzerine görüşlerinizden bahsederek başlamak istiyorum. Yazma iddiasında olan insanların mutlaka çok okuması gerekmekle birlikte bu yeterli değil. Okunanların eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirilmesi gerekiyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Okumak önemli ama tek başına yeterli değil. Okuya okuya bir kitap kurduna dönüşebilir insan ama hayat, hayatın sürekli değişen gerçekliği… Bunları kitaplardan öğrenmek mümkün olmaz. Her kitap, açık ya da örtük bir biçimde yazarının bakış açısından düne ait bilgiler verir, dünden seslenir. Geleceğe dönük bir projeksiyon olma iddiasını taşıdığında bile geçerlidir bu. Dolayısıyla okumak, okuyup araştırmak kadar, sorgulamak da önemlidir. Eleştirel bir yaklaşımla sorgulayıp değerlendiremediğiniz bir bilgiyi, bir yaklaşımı ne red ne de kabul edebilirsiniz. Olsa olsa kendinizi onun kılabilirsiniz. Sonuçta böylesi insanlar, her önüne geleni taklit etmeye yönelen saksağanlara dönüşür. Ne yanlışları kendilerinindir ne de doğruları. Bundan dolayı okumak kadar, eleştirel bir temelde düşünüp sorgulamanın, araştırıp değerlendirmeler yapmanın kendimi geliştirmek açısından önemli olduğunu düşünüyorum.

Yazma geçmişinizden söz etmek istiyorum biraz. Uzun süredir makaleler yazıyor ve değişik yayın organlarında yayınlıyorsunuz. Bunun dışında öykü denemeleri de yapıyorsunuz. Peki, romana gelişiniz nasıl oldu?

Uzunca sayılabilecek bir dönem kısa ya da uzun makale ve denemeler yazdım. Bunlar başlangıçta teorik politik, yer yer felsefi yazılardı. 2005 yılından itibaren edebiyata ilişkin yazılar da yayınlananların arasında yer aldı. İnsanın kendini ifade etme, özellikle de yazılı olarak ifade etme çabası arayışı da beraberinde getiriyor. Zaman zaman birçok türü deniyorsunuz. Benim kendimi ifade etme arayışımda da var bu. Bir dönem şiir ve öykü denemelerim oldu. Ama yalnızca deneme olarak kaldı. Lise sonrası ve özellikle üniversite dönemi, felsefe eğitim ve öğreniminin de etkisiyle yazıların konu seçimi ve içeriğinde oldukça etkili oldu. O zamanki önceliklerim, yazma açısından edebiyatın önüne geçti. Romana gelişim ise hiç kolay olmadı. Kendimi yeniden, yıllar sonra, bir edebiyat türünde ifade etme arzusu dönem dönem sancılı bir halde nüksetse de yarım ve tamamlanmamış başlangıçlar olarak kaldı uzun süre. Sonra ardı ardına “Kemeutopyalılar” roman dizisinin yayımlanan iki kitabı geldi: “Mehdi ve Mesih” ile “Lağımpaşalı”. Onları yayımlanmak üzere yayınevinde bekleyen “Başbakanın Günlüğü” izledi. Ama bir anda olmadı. Yaklaşık üç buçuk yıl kafamda dönüp durdu, olgunlaşmayı bekledi. Bu süre zarfında umutsuzluğa kapılıp yazamayacağımı düşündüğüm anlar oldu. Ama sonunda yola çıkmayı başardım. Her şeyden önemlisi buydu: Yola çıkabilmek. Çünkü bazen, başlamak bitirmekten daha önemlidir.

Daha önceki bir sohbetimizde babanıza ait kayıp bir metinden söz etmiştiniz. Bundan bahsedebilir misiniz?

Babam ilkokul mezunu bir insandı. Köyün yoksunluk koşullarına rağmen okumayı seven, kitaplar edinen bir insan. Yaşadığı koşullar içinde kendi sınırlarını zorlayıp aşmaya çalışan biri. O sözünü ettiğim kayıp metin de yayınlanmamış bir romandı. Babamın yazma serüveninin ürünü. O metni defalarca okumuştum ama yıllar içinde kaybolup gitti. Edebi değeri ve önemi ne olursa olsun, anımsadıkça onu koruyamamış olmamıza üzülürüm.

Uzun yıllardır yazıyla, edebiyatla ilgilenen bir insan olarak bu yeteneğin babanızdan geçtiğini düşünebilir miyiz? Ya da şöyle açalım; yazmak insanda doğuştan var olan bir yetenek midir yoksa çalışarak geliştirilebilir mi?

Ben hiçbir yeteneğin insanda doğuştan var olduğuna inananlardan değilim. Dolayısıyla yazmak da insanda doğuştan var olan bir yetenek değildir. İçerisinde doğup büyüdüğümüz koşullar içinde ilgilerimiz, arayışlarımız, etkilenmelerimiz, kendimizi ifade etme çaba ve yönelişlerimiz doğrultusunda çalışarak geliştirebildiğimiz etkinliklerimizden biridir. Her okuyan yazmıyor olsa da okumadan yazmak olmaz. Yazma becerisi okuya yaza, yaza okuya geliştirilebilir. Çünkü hiç kimse anasının karnından, tarihçi, futbolcu, müzisyen, gazeteci, bilim insanı, yazar, vb. olarak doğmaz.

Şu anda kim olduğunu anımsamıyorum ama bir yazar,  “Yazılarımla bir savaşı önleyemiyorum” der. Bir kitap ya da yazıyla bir savaşı önlemek ütopya sayılabilir ama yazının insanlar üzerinde büyük etkisi olduğu da muhakkak. Ancak yazıdan etkilenmek için öncelikle okumak gerek. Günümüzde insanlar az okuyor çünkü popüler kültür unsurları bizi kolaycılığa yönlendiriyor. Dizisi yayınlanırken romanını okumak yersiz görülebiliyor mesela. Hatta insanların kitap konusundaki cehaletini vurgulamak için diziler ve romanlar hakkında şöyle bir karikatür gördüğümü hatırlıyorum; İki kadın konuşurlarken biri diğerine soruyor; “Yaprak Dökümü’nün romanı da yazılmış, duydun mu?”

Sözünü ettiğiniz yazar, eğer yanlış anımsamıyorsam, Elias Canetti’nin “Sözcüklerin Bilinci” adlı kitabında yer alır. Canetti’nin aktardığına göre, kim olduğu bilinmeyen bir yazar,  İkinci Dünya Savaşından bir hafta önce bıraktığı notta,  “Her şey bitti artık.” der, “Gerçek bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi.” Önleyememiştir. Yalnızca o adsız yazarın yazıları değil, hiçbir yazarın yazıları, dünyanın yaşanan gerçekliğinde muktedir değildir buna.   Bir yazının, bir kitabın, bir savaşı, toplumsal bir olayı, çatışmayı önleyebileceği günler olacak mı bilmiyorum. Ama bugünkü bilincimle, kavrayış ve anlamlandırışımla buna asıl yanıtım, “Sanmıyorum”dur. Çünkü hiçbir yazının, hatta edebiyat başta olmak üzere hiçbir yazınsal etkinlik türünün kendi başına, bütünsel anlamda hayatı değiştirmeye, biçimlendirmeye kadir olmadığını düşünüyorum. Bunun yanı sıra yazının hiçbir etkisinin olmadığını da söylemek mümkün değildir. Hangi türde olursa olsun yazı tekil ya da tikel anlamda okuyanları üzerinde etkide bulunur. “Bir kitap okudum hayatım değişti” türünden sözlerin hükmü olmasa da okunan her yazı, her kitap insanın anlam dünyasına, olaylara bakışı ve anlamlandırışına, olumlu ya da olumsuz düzeyde etkide bulunur. Çünkü yazarının, siyasal, dinsel, sınıfsal, felsefi tercihleri ve konumlanışı temelinde insana, topluma, dünyaya, güncel ya da tarihsel olaylara bakışını yansıtır. Popüler kültürü de küçümsememek, önemsiz görmemek gerektiğini düşünüyorum. Özellikle edebiyat uyarlamaları söz konusu olduğunda… Çünkü bazıları izlediği bir filmden kitaba yönelir bazıları da okuduğu kitaptan filme…

Önce “Mehdi ve Mesih” sonra “Lağımpaşalı.” Bu iki roman ardı ardına yayınlandı. Üstelik kısa bir süre içinde. Ama mutlaka gerisinde uzun bir tasarlama süreci var değil mi?

Evet! Ne kadar uzun olup olmadığı belki tartışılabilir ama bu roman dizisinin ardında yıllara yayılan bir tasarlama süreci var. Yaklaşık üç buçuk yıl öncesine dayanıyor hem fikrin ortaya çıkışı hem de buna ilişkin yazma denemeleri. Sonra uzun bir bekleme, belki de mayalanma, olgunlaşma dönemi demeliyim. Bu dönem boyunca tasarı doğrultusunda tek bir satır bile yazılmadı. Başlangıçta yazmış olduklarım da herhangi bir işe yaramadı. Ama bu yıllar boyunca tasarıya neden olan fikir zihnimde dönüp durdu. Ne o beni terk etti ne de ben ondan vazgeçtim. Önceleri tek bir kitap olarak başlayan tasarı, yıllar geçtikçe Kemeutopyalılar çerçevesine bürünüp roman dizisine dönüştü. Çünkü birbiriyle bağlantılı olarak anlamlandırılıp anlatılacak o kadar çok şey vardı ki bir kitaba sığdırmak olanaksızdı.  Çerçeveyi zihnimde kurmayı başardığım andan sonra da gerisi geldi ve gelmeye devam ediyor.

Romanlarınızdan bahseder misiniz biraz? Her kitap, serinin devam edeceğine dair notlarla bitiyor. Bu seriyi kaç kitap olarak tasarladınız?

Romanlar, özellikle “Kemeutopyalılar” dizisinin tüm kitapları şimdilik fabl türünde romanlar olarak tasarlandı. Şimdilik diyorum, çünkü arada aynı türde öykülerin, hatta masalların da yer alması mümkün görünüyor. Sizin de bildiğiniz gibi, romanlarda fareler dünyası anlatılıyor. Fareler dünyasında olup bitenler. Serinin ne kadar devam edeceğini bugünden söylemek mümkün değil. Dolayısıyla kaç kitaplık bir seri olacağını da… Ancak şunu belirtebilirim: Bu diziyi, aklım bedenime, bedenim aklıma ihanet etmediği sürece, ömrümün sonuna dek sürdürebileceğimi düşünüyorum.

“Kemeutopya” demişken hemen sorayım: Sözlüklere baktım, interneti taradım. Ama Kemeutopya diye bir sözcüğe rastlamadım. Romandan anlaşıldığı kadarıyla bu fareler dünyasının adı olarak algılanıyor. Yanılıyor muyum? Ya da başka bir anlamı mı var?

Hayır! Yanılmıyorsunuz. Romanda fareler dünyasının adı. Ben de kavramı başlangıçta tam da bunu düşünerek kullanmıştım. Keme sözünden hareketle… Belki bilirsiniz, Anadolu’nun bazı bölgelerinde büyük, iri tarla farelerine ‘sıçan’ın yanı sıra ‘keme’ denir. Ben bu sözü alıp ütopya kavramıyla birleştirerek Kemeutopya’ya dönüştürmeyi düşündüm. Nihayetinde fareler dünyasını anlatıyordum. Ancak roman ilerledikçe Kemeutopya’nın başka bir anlama gelebileceğini de fark ettim. ‘Kem’ ve ‘eutopya’ sözcüklerinin birleşiminden oluşan bir anlam. Malum; kem sözünün anlamlarından biri de kötü. Ütopyanın sık kullanılan anlamlarından biri hiçbir yerken ondan türetilen ‘eutopya’nın anlamı, bir yer ya da iyi bir yerdir. Buradan hareketle, kem ve eutopya sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşan Kemeutopya’nın, kötü bir yer anlamını taşıdığını düşündüm. Kısacası Kemeutopya, roman bağlamında hem fareler dünyasını niteleme anlamında bir ad hem de kavram karşılığı olarak kötü bir yer. Herhangi bir sözlükte rastlayamamanız doğal. Çünkü benim de bilebildiğim kadarıyla -ki eğer yanılıyorsam bilenler bağışlasın-  hiçbir dilde en azından sözlükler bağlamında var olan bir sözcük değil. İlk kez bu roman dizisinde kullanılmış bir sözcük, bir kavram olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

Bazı okurlarınız, ilk romanınızdaki karakterlerden Tumu’nun size benzediğini iddia ediyor. Tumu, az konuşan, çok düşünen, çok okuyan biri.  Onu oluştururken kendinizden esinlendiğinizi söylemek mümkün mü? Bunun yanı sıra şunu da sormak istiyorum:  Siz romanınızda gerçek kişi ve olayları mı anlatıyorsunuz? Bazı olaylar ve kahramanlar o kadar tanıdık geliyor ki…

Öncelikle şunu söyleyeyim:  Birincisi bu otobiyografik bir roman değil. “Tumu” karakterini oluştururken de kendimden esinlenmedim. İkincisi ise romanda gerçek kişi ve olaylar yoktur. Sadece benim romanımda değil, biyografik olanlar hariç, hiçbir romanda, öyküde de… Hatta hiçbir kitapta hiçbir gerçek yoktur. Gerçek bir kişiyi, olayı anlatmaya çalışsanız da anlatamazsınız. Yalnızca anlattığınızı var sayabilirsiniz. Okur da romanda karşılaştığı bir ya da birkaç kahramanla gerçeklikte var olan kişiler arasında kurduğu şu ya da bu isim benzerliklerinden dolayı onun / onların gerçek olduğu yanılsamasına kapılır. Ama bu ayan beyan yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Bir edebiyat türü olarak roman, yazarın anlamlandırmaları, eğretilemeleri, ironi ve yer yer karikatürize ederek eğip bükmesi temelinde yarattığı, tasarladığı, kurguladığı kahramanlar, onların ilişkileri, ilişkilenme biçimleri ve olaylar ekseninde düşünsel bir anlatıdır. Ama bu anlatı, aynı zaman ve mekân koşullarında yaşayan okurda yarattığı çağrışımlarla onu düşle gerçek arasında gidip gelmeye, bağlantılar kurmaya yöneltir. Aslında düşle gerçek arasında gidip gelen ve gerçekliği aşan, aşmak zorunda olan yazardır. Çünkü yazar da aynı koşular içinde yaşamakta, okurun fark ettiklerini fark edip tanık olduklarına tanıklık etmektedir. Her yazar, her sanatçı, her düşünür çağının çocuğudur. İçerisinde doğup büyüdüğü etkilendiği çağın, toplumun rengini taşır. Bilim kurgudan fantastik, ütopik roman ya da öykülere, şiirden resim, tiyatro ve sinemaya dek, felsefe de dâhil olmak üzere, neredeyse tüm düşünsel üretim süreçlerinde kendini gösterir bu durum. Sözün özü: Benim yazdıklarımda hiçbir gerçek kişi ya da olay yoktur. Malum; ben farelerin dünyasını anlatıyorum, insanların değil… Ama farelerin dünyasını insanlar için anlatıyorum. Çünkü edebiyat, tüm kültürel etkinlikler gibi, insan içindir.

Evet, edebiyat, “insana insanı anlatma sanatı” diye de tanımlanır. Bu bakımdan tercih ettiğiniz tür oldukça ironik. Ne dersiniz?

Haklısınız. Edebiyatın çok farklı tanımları vardır. Yazınsal alanın her türünde de iki uçta iki insan… Bazen okur-yazar olarak, bazen yalnızca okur olarak… Anlatılan da her daim varlığın insanla anlamlanan, insanla anlamlandırılan ve insanın anlamlandırdıklarından ibarettir. Fabl da edebiyatın içindeki türlerden biri… İnsan, çevresinde olup bitenlere ilişkin, tarih boyunca çok farklı nedenlerle, kaygılarla değişik canlıları konuşturarak meramını anlatmaya çalışmıştır. Geçmişte masallarda, günümüze yaklaştıkça öykü ve romanlarda, hatta filmlerde bile… Örneğin; G. Orwell’in Hayvan Çiftliği roman, Behrengi’nin Küçük Kara Balık’ı masal olmasına rağmen ikisini de severek okumuştum. Keza R. Bach’ın Martı’sını da… Fabl, kendiliğinden ironik bir özelliğe sahip. Ben de bu özelliğinden yararlanmak istedim. Bazı açılardan anlatımda kısıtlamaları beraberinde getirse de yazana daha rahat davranma olanağı veren bir tür. Ben ikincisinden yararlandım. Çünkü fablla insanlara bir şeyler anlatmanın daha çarpıcı olabileceğini düşündüm. Bu türü seçmemin nedeni de bu…

Sizce edebiyat nedir? Edebiyatın amacı var mıdır? Varsa nedir?

Edebiyatın, elbette ki üzerinde anlaşılabilen tek bir tanımı yoktur. Birçok düşünür ve yazar kendi kabullerinden hareketle edebiyatı farklı şekillerde tanımlamıştır.   Edebiyat, kendine özgü özellikleri olan bir anlamlandırma ve anlatma etkinliğidir. Kendine özgü özelliklerin başında da eğretilemeler, betimlemeler, imgelemeler, eğip bükmeler, karikatürize etmeler, vb. gelir. Bundan dolayı her anlamlandırma ve anlatma etkinliği, bugünkü anlamıyla edebiyatın alanında yer almaz. Edebiyatın amacına gelince: Bu güne dek, birçok kişi edebiyata amaçlar ve görevler yüklemiştir. Bunlar edebiyatı neliği ve gerçekliğinden bağımsız olarak değerlendirme yanılsamasını yaşamaktadırlar. Bu yanılsamanın etkisiyle, edebiyattan hayatı biçimlendirmesini, onu değiştirip yönlendirmesini beklemektedirler. Oysa genel olarak edebiyatın böylesi bir gücü ve etkisi hiçbir zaman olmamıştır ve olamaz da… Çünkü edebiyatın herhangi bir amacı yoktur. Yalnızca yapmak isteyip de kendi yapamadıklarını ona yükleyen insanlar vardır. Hadi “Edebiyatın amacı vardır” diyenler alınmasın, kendinde bir şey olarak felsefenin de amacı yoktur.

Yeniden yazma konusuna dönmek istiyorum: Bir romanı yazma süreci nasıl bir süreçtir? Yazarın günlük uğraş ve düşüncelerden arınmasını mı gerektirir yoksa onu da rutin bir iş yapmak gibi düşünebilir miyiz? Roman yazarları aile yaşamından ya da farklı günlük uğraşılarından feragat etmek zorunda mıdır?

Başkalarının nasıl yazdığını, yazma sürecinde neler yaşadıklarını bilemem. Ancak hem kendi yazma sürecime hem de okuduklarımdan öğrendiklerime göre öncelikle şunu söylemeliyim: Özellikle roman yazma süreci sabırlı, hem de çok sabırlı olmayı gerektiren bir süreç. Bir vakanüvis gibi yazıp geçmek mümkün değil. Yazacaklarınızın her bir satırını, her olayı ve kişiyi de önceden zihninizde tasarlayıp belirlemiş olmanız da… En iyi ihtimalle elinizde başlangıç ve sonuç var. Bunun yanı sıra bazı roman kişileri ve olaylar… Genellikle bilinmeyen bir yolda bir yolculuğa çıkmak gibi… Zihninizde yalnızca o yolun sisler içerisinde silüetleri beliren işaret direkleri var. Bazen siz yaklaştıkça uzaklaşan, hatta belirsizleşiveren işaret direkleri… Süreç sizi, daha öncesinde hiç düşünmediğiniz olaylar ve kişilerle karşılaştırıveriyor. Bunlardan bazılarını görmezlikten gelip geçiyorsunuz ama bazıları kendisini size dayatıyor. Gözlerinizi kapatıp üzerinden atlayamıyorsunuz. Öte yandan; günlük işlere, uğraşlara ve bunlarla ilgili düşüncelere saplanmış bir zihinsel süreç, yazmanın önündeki en büyük engellerden biri. En azından yazma sürecinde bunlardan uzaklaşarak, romanın evreninde kalabilmeyi başarmak gerekiyor. Hem çalışıp hem de yazmayı aynı yoğunlukta sürdürmek çok zor bir şey. Hatta benim için olanaksız. Yazmayı yaşamlarının merkezine oturtmamış, onu yaşamlarının temel uğraşı haline getirmemiş olanlar açısından aile ilişkilerini daha önceki zamanlarda olduğu gibi sürdürebilmenin mümkün olduğunu söylemek kolay değil.

“Yazmak çok kolay. Yapacağınız tek şey, boş bir sayfaya alnınızın ortasında kan damlaları oluşana dek gözünüzü kırpmadan bakmaktır” diyor Gene Fowler. Gerçekten bu kadar zor mudur?

Yazma sürecinin başında olanların ya da yeni başlayan gençlerin gözü korkmasın: Fowler’in, hangi koşullarda neyi düşünerek ve neden dolayı bu sözü söylediğini bilmiyorum ama yazmak bu kadar zor değildir. Aksine sözünün sahibi olmak kadar kolaydır. Ya da tersi, sözünün sahibi olma sorumluluğunu taşımamak kadar basit. İkincisi, edepsizliğin, etik tutarsızlığın, ilkesizliğin, “Ben söyledim” ya da “Ben yazdım” deyip geçmenin tezahürüdür. Birincisi ise edebin, etik tutarlılığın, yazdığı ya da söylediği her sözün sorumluluğunu taşımanın… Günümüzde sayıları olabildiğince azalsa da her edipten de edepli olması beklenir zaten.

Nelerden esinlenir de yazmaya karar verirsiniz?

Genellikle esin beklemem. Bir fikrin, çevremde yaşadığım ya da tanık olduğum bir olayın, bazen duyduğum bir sözün, okuduğum bir haberin etkisiyle kurgular yaparım. Örneğin; dizinin üçüncü kitabı “Başbakanın Günlüğü”ndeki bir soru, bambaşka bir romanın çıkış noktası oluverdi. Bambaşka dememin nedeni, dizinin dışında bir çalışma olması.

Sizce yazmak neyin tezahürüdür? Geleceğe çentik atmak, atmaya çalışmak mıdır? Ölümlü olmanın travmasıyla mı ortaya çıkar? Ölümsüzlüğü isteyen insanlar mı yazar?

Her yazarın aynı saikler ve kaygılarla yazdığını düşünmüyorum. Bir ölümlü olma travmasına indirgenebileceğini de… Çünkü yazmak, kimileri için, bazen bireysel ve öznel kaygılarla ötekine yönelen utangaç bir bildirimdir. Kimileri için, bazen efendisinin lütfuna mazhar olmaktır. Kimileri için bir sığınaktır. Kimileri için yaşadığı zamana bir tanıklık; o güne bir ayna tutmak. Kimileri için bir itirazdır; gördükleri, yaşadıkları, bildikleri karşısında bir itiraz, bir reddiye çabası; kendi gördüklerini, algılayıp anlamlandırdıklarını, bir diğerine gösterme ve algılatma çabası. Benim içinse yazmak, özellikle Kemeutopyalılar dizisi bağlamında daha önce de söylediğim gibi, bir insanın, gördükleri, bildikleri ve yaşadıkları karşısında hissettiği öfkenin, aklını teslim almasına karşı koyma ve bunun yerine, öfkesini edebiyatla terbiye etme girişiminin ürünüdür. Yüzme bilmemesine rağmen, okyanusun orta yerinde kaldığında bile boğulma pahasına boy verip derinliği bilmek istemesi ve boy vermişken de dalıp onun dibinden bir avuç kum çıkarabilme girişimi…

Yazmak sizce nasıl bir mesaidir? Hani eve iş götürmek diye bir deyim vardır ya. Yazan insanlar da tasarladıklarını sürekli yanlarında taşırlar gibi geliyor bana. Bir arkadaşım yazamayınca hırçınlaştığını söylemişti. Aklından geçenleri mutlaka kâğıda dökmesi gerektiğine inanıyor ve kendi deyimiyle zaman zaman “yatağa iş götürüyordu.” Karakterlerin onu yatakta bile rahat bırakmadığını anlatmak için bu benzetmeyi kullanmıştı.

Benim düşünüp tasarlama sürecim, yazma sürecine göre daha uzun sürüyor. Yazma süreci ise ilkine göre kısa ama daha yoğun geçiyor. Bu süreçte kontrol edemediğim ya da engel olup ortadan kaldıramadığım etkenlerle karşılaştığımda, yazmak istememe rağmen yazamadığım ve bir biçimde engellendiğim durumlarda geriliyor, sinirlenip hırçınlaşıyorum. Ama herkes için benzer süreçler yaşanmayabilir. Örneğin; tanıdığım bir yazar, böyle bir konu açıldığında, “Yazmak istediğimde her koşulda yazarım. Çevremdeki hiçbir şeyden etkilenmem. Kalabalıkmış, gürültüymüş, umurumda olmaz.” demişti.

Ünlü yazar ya da düşünürlerin hayat hikâyelerine baktığımızda dramlar, yalnızlıklar ve anlaşılamamaktan doğan bunalımlar görüyoruz.  Örneğin Gogol dini inançları ve metinleri arasında sıkışmış ve bunalımlar yaşamış. Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü yazdıktan sonra kendi içinde çok çatışma yaşamış ve bu metinleri kendisine şeytanın yazdırdığını düşünerek hepsini yakmış.  Pişman olup ikinci kez yazdıktan sonra bir defa daha yakmış. Şunu sormak istiyorum; gerçekten bu hikâyeler çoğu yazar ya da düşünür için geçerli midir yoksa gündeme geldikleri için mi bizim dikkatimizi çekmişlerdir?

Yalnızca yazarların, düşünürlerin değil, her insanın yaşamında, şu ya da bu ölçüde dramlar, yalnızlıklar, anlaşılamamaktan ya da farklı saiklerden kaynaklanan bunalımlar, acılar vardır. Bunlar herkes için birbiriyle kıyaslanmayacak denli derindir. Çünkü, ister fiziksel olsun isterse psikolojik, her acı bireysel yaşanır. Bunların etkilerini aşma ya da bunlarla baş etme yolları da herkes için aynı değildir. Yolda yanı başımızda yürüyen, otobüste yanımızda oturan, hatta bazen aynı evin içinde birlikte yaşadığımız bir insanın içinde kopan fırtınalardan, yaşadığı psikolojik acılardan, bunalımlardan, bildirimde bulunmadığı, davranışlarıyla dışa vurmadığı sürece haberimiz bile olmaz. Haberimiz yok diye bu insanların acıları, dramları, bunalım ve yalnızlıkları yoktur diyebilir miyiz? Bence, “hayır”dır, sorunun yanıtı. Ama bu sorunlarla boğuşan her insanın yazar, sanatçı, düşünür olması da söz konusu değildir. Bu anlamda her insan gibi, yazar ve düşünürlerin de farklı boyutlarda, hatta bazılarının olabildiğince derin ve uç noktalarda sorunları ve bunalımları vardır. Bunlar diğer insanlarınkinden daha derin ya da daha önemli değildir. Aksine başka insanların yaşadıkları da en az yazar ve düşünürlerin acıları ve bunalımları kadar önemlidir. Ama bunları görmeyiz, fark etmeyiz. Yazar ve düşünürlerin acılarını bilmemizin ya da fark etmemizin en önemli nedeni ise, sizin de sorunuzda söylediğiniz gibi, gündeme getirilişi ve bir biçimde gösterilişi, anlatılışıdır.

Kitap yazan kişilerin kitabının reklamını yapmasını nasıl yorumluyorsunuz? Ahmet Ümit, romanları çok satan, kendi ifadesine göre ‘yazarak geçinebilen’ ve bence yeterince tanınmış bir yazar olmasına rağmen son romanının geçtiği mekânlara geziler düzenlemiş. Sinemacı olan kızı ve damadı ise kitap için, yazar ve torununun oynadığı bir tanıtım filmi çekmiş. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?  Bu soruyu yanıtlarken az okuyan bir toplum olduğumuz gerçeğini göz önüne almanızı rica edeceğim. Çünkü bu açıdan baktığımızda reklamın gereğine inanılabilir. Ben, okumanın insanların yeme içme ihtiyacı kadar önemli olduğunu ve bu yüzden de reklamı gerektirmediğini düşünüyorum ama özendirme açısından belki de kitap reklamları yararlı olabilir.

Bu uzunca bir zamandır devam eden, bazen küllenen bazen yeniden alevlenen bir tartışma konusu; özellikle edebiyat ve sanat alanında. Edebiyat yapıtlarının bir diş fırçası ya da bir şampuan, herhangi bir mal gibi reklamının yapılıp yapılamayacağı. Ne var ki bir de gerçeklik var. İçerisinde yaşadığımız ve her şeyin alınır satılır kılındığı dünya-evrensel boyutta varlığını ve hükmünü sürdüren toplumsal gerçeklik. Bu gerçeklik koşullarında, edebi değerinin ne olup olmadığı bir yana, ister şiir olsun, isterse öykü ya da roman, herhangi bir yapıt yazım sürecinden çıkarak, yazarından bağımsızlaştığı, basılı bir kitap haline geldiği an, aynı zamanda alınır satılır bir metaya, mala dönüşür. Dolayısıyla herhangi bir meta gibi, basılı bir kitabın da hem hızlı bir biçimde fark edilir kılınmasının hem de hedef kitlesi okur nezdinde algılanmasını sağlayıp tüketime sokulmasının en etkili yollarından biri günümüzde reklamdır. Bir sektör olarak yayıncılıkta da son yıllarda reklam etkili bir biçimde kullanılmaktadır. Çünkü yüzbinlerce adet basılan bir kitabın okuruna ulaşıp birer ikişer ya da beşer onar, aylara ve yıllara yayılan bir süreçte yavaş yavaş satılıp tüketilmesini hiçbir yayıncı beklemez. Yazar, yayıncı ve okur üçgenindeki bir diğer gerçeklik de budur. Sözün özü, günümüz koşullarında kitap reklamı, edebiyatın ayrılmaz bir parçasına dönüşmüştür. Kitap okunma oranına olumlu etkisinin ne olduğunu söylemek kolay değilse de kitap satışlarına katkısı yadsınamaz.

Son olarak yeni projelerinizden bahseder misiniz? Ufukta neler görünüyor?

Yeni proje anlamında, Kemeutopyalılar roman dizisinin birbirini izleyecek ve yazılmayı bekleyen iki kitabı var sırada. Ama bunların dışında yer alan ve şimdilik tasarı aşamasında olan hacimli bir roman çalışmasının da hazırlıklarını sürdürüyorum. Bu fabl türünde bir roman olmayacak. Nasıl gelişeceğini ben de merak ediyorum. Bakalım! Bekleyip göreceğiz.

Teşekkür ederim.