Blog

“Tanrı’yı bilmek istiyorsanız bilmece çözmeye kalkmayın. Daha çok çevrenize bakın, onu çocuklarınızla oynarken göreceksiniz. Gözlerinizi göğe çevirin, onun bulutta yürüdüğünü, şimşekte kollarını uzattığını ve yağmurla indiğini göreceksiniz. Onun çiçeklerde gülümsediğini, sonra doğrulup ağaçlarda el salladığını göreceksiniz.”

Cibran’a ait bu sözleri balkonda oturmuş bir yandan kahvemi içer diğer yandan bulutları izlerken hatırlıyor, insanların neden mucize peşinde koştuğunu anlamaya çalışıyorum. Doğanın kendisini en büyük mucize olarak görüyorum. Doğayla baş başayken yaratıcımla birmişim gibi hissediyorum. Bu yalnızca his düzeyinde kalmayıp bilgiyle destekleniyor.

Kitaplığım için imzalanıp gönderilen kitaplardan biri “Ağaçların Gizemli Yaşamı.” Serdar Şengün’ün hediyesi. Orman mühendisliğinden emekli olduktan sonra hukuk okuyup avukat oldu. Yatılı okulda benden iki sınıf üstte okuyordu. İşte şimdi onun hediyesi olan kitabı okurken hayretler içinde kalıyorum, doğaya hayranlığım artıyor. Onun aklının insan aklından çok daha iyi işlediğini görüyorum. Yazar pek çok deney/gözlemden bahsediyor. Ağaçların sosyal varlıklar olduklarını düşündürüyor. Haberleşiyorlar mesela. Bu bir sosyal yaşantı değil mi? Evet oturup sohbet etmiyorlar ama mesela Afrika savanındaki şemsiye yapraklı akasyalar, zürafa saldırılarına karşı yapraklarından zehirli maddeler salgılıyorlar. Bu esnada yani kendilerini korumaya çalışırken bir yandan diğer ağaçları uyarmak için farklı bir gaz yayıyorlar. Uyarıyı alan diğer ağaçlar hemen zehirli gaz salgılamaya başlıyor. Ancak burada ilginç bir durum ortaya çıkıyor. Zürafalar uyarının henüz ulaşmadığı mesafedeki ağaçlara yöneliyor, rüzgârın ters istikametinde ilerliyorlar.

Bunun dışında ağaçlar birbirlerine besin yardımı yapıyor. Bu daha çok kökler ve mantarlar yoluyla gerçekleşiyor. Bir çay kaşığı orman toprağında kilometrelerce uzunlukta bağ var. Doğanın bir zekâsı var. Aslına bakılırsa insanı zeki zannediyoruz ama hem kendini hem de doğayı olumsuz anlamda dönüştüren insan. Ormandaki dayanışmayı “Bir zincir en fazla, en zayıf halkası kadar güçlüdür” cümlesinin ana fikri şeklinde özetlemek mümkün. Ormanın cümlesi bu…

Ağaçların sese duyarlı olduğu saptamasını da yapıyor yazar. Fideler, 220 Hertz seviyesindeki çıtırdamaya tepki veriyorlar mesela. Ancak konu hakkında yeterli bilgiye şimdilik kaydıyla sahip değiliz ve yazar tepki paragrafını şöyle bitiriyor: “Ne yazık ki yolun henüz başındayız ve bu alandaki araştırmalar daha yeni başlıyor. Ancak, bir dahaki sefere ormanda yürüyüşe çıktığınızda hafif bir çıtırtı duyarsanız dikkat edin zira duyduğunuz şey, sadece rüzgârın sesi olmayabilir.”

Kahve bitiminde kısa bir süre çiçeklerimi sevip okşuyorum hatta birini öpüp etrafa bakınıyorum. Minnettar bir ifadeyle gülümseyip içeriye geçerek hazırlanmaya başlıyorum. Yakın semtlerden birinde arkadaş toplantım var. Kalabalık bir grup olduk, evlerse dar sayılır çünkü pek çoğu lojmanda yaşıyor. Ancak gönüller ferah. Pek çok kahkaha atıyor, yan yana otururken birbirimize kayda değer bulduğumuz videoları gönderiyoruz. Bu esnada Gülce’yle bir gün önce yaptığım görüşmeyi hatırlıyorum. Ege Üniversitesi bahar şenliklerine katılmak istiyordu ama yer ücretleri çok yüksekti. Konu hakkında bir tweet atıp rektörden yardım isteyecekti ancak uygun cümleleri bir türlü bir araya getirememişti. Saç tasarımı diyecekti yaptığı işe. Ben bunu yeterli bulmamış, geleneksel kelimesini eklemesini önermiştim. Kızım bu kelimeyi daha doğrusu kelimenin çağrıştırdığı hali sevmiyordu ama ısrarlıydım: “Siz örgü yapmayı kendinizin keşfettiğini mi zannediyorsunuz, ninelerimizin nineleri bile saçlarını tekli ya da çoklu örüyordu. Elbette geleneksel!” Bunun üzerine gelenekseli de paragrafa almıştı.

Akşama doğru kalkıp Forum Çamlık’a geçiyorum. Küçük bir işim var, onu hallettikten sonra eve döneceğim ne var ki insan evden çıkınca dönmek istemiyor. Mehmet’i arıyorum, yarım saat diyor. Epey oturuyor epey sohbet ediyoruz. Benim için yazarından imzalı bir kitap hediyesi var. Mutlu oluyorum. Hangi filmleri izlediğimi soruyor. Bir süredir okula gitmiyorum. Ya okuyor olmam gerek ya da izliyor. “Ahlat Ağacı” diyorum. Onu birlikte izlemek istemiş, süre uzunluğu yüzünden denk düşürememiştik. Film hakkında yorumlar yapıyoruz. “Funny Games” diyorum, izlemelisin mutlaka. Nuri Bilge Ceylan adı geçtiğinde neden Haneke’yi hatırladığımı bilmiyorum. Değerlendirme yapacak kadar bilgiye sahip değilim. Belki ileride yapabilirim.

Mehmet’e kitaptan bahsediyorum. O, doğayla çok içli dışlı. Doğa kamplarına katılıyor. Bazılarında öyle katı kurallar var ki kampa sabun bile giremiyor. Sadece doğadan elde edilenle yaşanıyor. Daha önce anlatmıştı, yeniden hatırlıyoruz. Bir ormana girdiğinde ilk ağaca dokunup dostluk mesajı verdiğin takdirde mesaj, ormandaki diğer bütün ağaçlara iletiliyor ve oradaki hiçbir varlık sana zarar vermiyordu. Aylar önce konuştuğumuz konu şimdi biraz daha anlam kazanıyor.

Saat 19.00 sularında ayrılıyoruz. Seyahat için çok gözlü bir makyaj çantası ile bolca kahve alıp eve dönüyorum. Eşim çoğu zaman olduğu gibi gecikecek. Haberleri açıp yemek yerken bir ölüm haberi dikkatimi çekiyor. Ölüm haberleri çokça veriliyor ve insan yaşı ilerledikçe daha dikkatli dinliyor. Böyle zamanlarda Schopenhauer’i hatırlıyorum, ilerlemiş yaşlarda attığımız her adımın yüksek mahkemenin huzuruna doğru atılmış bir adıma benzediği saptamasını yapmıştı. Bugün futbol dünyasının “Sinyor”unun vefat ettiğini söylüyor spiker. Futbolla pek fazla ilgim yok ancak Can Bartu’yu tanıyorum elbette. İçimden rahmet dilerken bir görüntü gelip ekrana yerleşiyor. Bartu’nun ayakkabıları apartman kapısının önüne konulmuş adet olduğu üzere. Bu insanı paramparça edebilir. Bir süre sonra bilgisayarımın başına geçtiğimde ayakkabıları yeniden bulup bakıyor, bakıyor, bakıyorum. Bartu’nun iç sızılarını düşünüyorum, hangi sızılarla gittiğini. Gözlerimden yaşlar akıyor. Bundan vazgeçemiyorum. Belki hiç de iç sızısı yok, belki tam olması gerektiği gibi yaşadı ama ben buna ikna olamıyorum. Ayakkabılar içimi acıtıyor.

Sonra Kazım Koyuncu’yu dinliyorum: “İşte gidiyorum…” Ve bir başka ölümü, Bilgün Özoran’ı hatırlıyorum. Yatılı okuldan arkadaşımdı. Samimiyetimiz yoktu ama ancak yatılı okuyanların anlayabileceği bir yol arkadaşlığı duygusu taşıyorduk. Yakın zamanda Kıbrıs’ta bir otel odasında ölü bulunmuştu. En hazini buydu, bir otel odasında yapayalnız ölmek. Daha haziniyse gazete muhabirlerinin yalnız ölen insanlar hakkındaki “Odasından gelen kötü kokular üzerine” ifadesi…

Bu gece Xanax’ı tam içmeli diye düşünüyorum. Sonra yine Cibran’dan bir bölüm hatırlıyor, kayıt dosyamı açıp yeniden okuyorum.

“Ve hüznüm doğduğunda özenle besledim onu,
Gece gündüz üstüne titredim sevecenliğimle…
Ve hüznüm büyüdü zamanla, serpilip güçlendi,
Tüm canlı varlıklar gibi olağanüstü güzelleşti.
Ve hüznümle ben, hep sevdik birbirimizi, ve dünyayı,
Kaynaştık güzel ruhlarımızla birbirimize ve dünyaya…
Ve hüznümle ben, söyleştikçe günlerimiz kanatlanır,
Konuşkan düşlerimizle seçkinleşirdi gecelerimiz.”

Hüznüm bana kalsın, demiştim yıllar önce. Her şeye ama her şeye rağmen ona sahip çıkmış, kişiliğimin bir parçası olarak saklamayı istemiştim. Hüznü, hayatı tamamlayan duygu olarak tanımlamıştım.
Yine öyle…
Gülistan Sinanoğlu
12 Nisan 2019

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Yorumu gönder